Çavuşoğlu o soruya cevap verdi

Çavuşoğlu, Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili olarak SETA tarafından hazırlanan Kriter Dergisi’ne açıklamalarda bulundu.

Burada Burhanettin Duran’ın sorularını cevaplayan Çavuşoğlu, ABD’deki henüz sonuçlanmayan başkanlık seçimini değerlendirdi. 

Çavuşoğlu, konuyla ilgili olarak “Ne öngörüyorsunuz, özellikle Türk-Amerikan ilişkileri bakımından kimin kazanması daha pozitif bir tablo oluşturur?” sorusuna şöyle yanıt verdi:

ABD’de seçim sonuçları hakkında tahminde bulunmak hep güç olmuştur. Zira neticeyi ulusal düzeydeki oy oranından ziyade, eyaletlerdeki sonuçlar belirliyor. Nitekim bir önceki seçimde de, ulusal düzeyde en fazla oy alan değil, kritik eyaletlerde yarışı önde bitiren aday Başkan olmuştur.

Kaldı ki bu defaki seçimler, koronavirüs salgını, bunun ekonomi üzerindeki etkisi ve ırkçılıkla ilgili tartışmaların etkisiyle, ABD toplumunun belki de en fazla bölünmüş olduğu bir ortamda gerçekleşecek. Bu itibarla seçim sonuçlarına dair, şimdiden bir öngörüde bulunmak çok gerçekçi değil. Bizim bu konuda şu veya bu yönde bir tercih veya beklenti dile getirmemiz de söz konusu olamaz. Bu karar sadece ABD halkına aittir ve herkesin buna saygı göstermesi gerekir. Bir başka deyişle, ABD halkı kimi seçerse seçsin Türkiye olarak biz, ABD yönetimiyle yakın işbirliği içinde çalışmaya devam etmeye hazırız.”

Müttefiklik ruhuyla devam

Biden başta olmak üzere bazı ABD’li siyasetçilerin seçim kampanyası sırasında Türkiye’yi hedef almasına şiddetle karşı çıkmaya devam edeceklerini vurgulamak istediğini belirten Çavuşoğlu, yanıtını şöyle bitirdi:

“Ülkemiz geçmişte hem Cumhuriyetçi, hem de Demokrat yönetimlerle müttefiklik ruhuyla uyumlu bir şekilde yakından çalışmıştır. Bu itibarla, bugün de ABD’yle köklü ilişkilerimizin, ABD Başkanı’nın siyasi kimliğinden bağımsız olarak gelişmeye devam edeceğine inanıyoruz. Mevcut bölgesel ve küresel konjonktür, ikili ilişkilerimizi daha da önemli kılmıştır. Önceliğimiz, sorunlarımızı çözüme kavuşturmak ve mevcut fırsatlardan azami derecede faydalanmak olacak.”

Sohbetin devamında yöneltilen sorular ve Çavuşoğlu’nun bunlara verdiği yanıtlar şöyle:

Ortadoğu’dan Akdeniz’e ve Kafkasya’ya uzanan Türkiye’nin etrafında hareketli bir hat var. Çöken devletler, çatışma alanları ve terör örgütleri görünür durumda. Bu dinamik sürecin birbiriyle ilişkisini ve Türkiye boyutunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye sınamalarla dolu bir coğrafyanın merkezinde yer alıyor. Bu coğrafyaya baktığımızda bugün çevremizdeki çok sayıda ülkenin toprakları üzerinde tam olarak hâkimiyet sahibi olmadığını görüyoruz. Çevremiz, çatışma, büyük insani krizler ve zoraki göç üretiyor.

Pek çok faal ve donmuş ihtilafla çevriliyiz. Aslında ihtilaflar arasında ‘sıcak’ ve ‘donmuş’ şeklinde yapılan ayrımların da suni olduğunu düşünüyorum. Neticede donmuş olarak sınıflandırılsa da ihtilafların her an yeniden sıcak çatışmalara yol açması bir kıvılcım ve an meselesi. Bunun en son örneğini Yukarı Karabağ’da gördük.

Dünyada ve bölgemizde devletlerin kırılganlığı, jeopolitik rekabet, silahlı çatışma olgularının yükselişe geçtiğini görüyoruz. Konumumuz itibarıyla çevremizdeki tüm olumsuzlukların etkilerini yakından hissediyoruz. En az 30 civarında yurtdışı temsilciliğimiz doğrudan kriz ve çatışma bölgelerinde faaliyet gösteriyor.

Koronavirüs salgınının olumsuz etkileriyle birlikte etrafımızdaki kırılganlıklar daha da arttı. İyi yönetişim, devlet kapasitesi ve kriz yönetiminin ne kadar önemli olduğunu gördük. Türkiye son dönemde her alanda sergilediği performansla bu çalkantılı coğrafyada istikrar üreten bir ülke olarak ön plana çıktı. Çok boyutlu sınamalar ve yeni tehditler karşısında, milli menfaatlerimiz doğrultusunda sahada ve masada güçlü bir dış politika izliyor, etkin diplomasi ortaya koyuyoruz. Yumuşak ve sert güç unsurlarından dengeli bir şekilde istifade eden akılcı bir politika uyguluyoruz. Buna ‘Girişimci ve İnsani Dış Politika’ diyoruz. Bu yaklaşımla oyun kurucu bir aktörüz. Öte yandan, Türkiye’yi hedef alan tertipleri akamete uğratarak aleyhimize kurgulanan oyunları bozmaktan da geri durmuyoruz.

Nitekim, bölgemizdeki en önemli istikrarsızlık unsurlarından biri de, Yunan/Rum ikilisinin gerek ülkemizin gerek KKTC’nin hakları hilafına Doğu Akdeniz’de bize karşı bir ittifak oluşturma gayretleridir. Bunun en somut örneği Doğu Akdeniz Gaz Forumu’dur. Bu tür projelerin başarılı olma şansı yoktur.

Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkleri’nin içinde olmadığı hiçbir proje, gerçek ve sürdürülebilir bir işbirliğine işaret etmez. Nitekim bu anlayışla, Sayın Cumhurbaşkanımız KKTC dahil tüm Akdeniz ülkelerinin iştirakiyle bir “Doğu Akdeniz Konferansı” toplanmasını önerdi. AB tarafından da kabul edilen bu fikrin hayata geçirilmesi için çalışmalarımız sürüyor.

Benzer şekilde, Ermenistan’ın, Yukarı Karabağ’da yaklaşık 30 yıldır devam eden işgali de bölgemiz için istikrarsızlık kaynağı. Bugüne kadar uluslararası hukukun uygulanmaması Ermenistan’ı, Kafkasya’nın şımarık çocuğu haline getirdi. Ermenistan’ın saldırıları karşısında Azerbaycan, halkını korumak, toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmek için uluslararası hukuktan doğan meşru müdafaa hakkını kullanıyor. Azerbaycan, askeri harekâtını uluslararası tanınmış sınırları içinde kendi topraklarında icra ediyor. Uluslararası hukuk ve BM Güvenlik Konseyi kararları açısından bu topraklar Azerbaycan toprağıdır. Bunun tartışmaya açık bir yanı yok. 28 yıldır barış yoluyla toprak bütünlüğünü tesis etmek için müzakere eden Azerbaycan’ın sabrı taştı. Biz burada da kurgulanan oyunları görüyor, doğrulara işaret ediyoruz.

Azerbaycan, Ermenistan tarafından yaklaşık 30 yıldır işgal altında tutulan Yukarı Karabağ’daki topraklarını kurtarma çabasında. 27 Eylül’den beri bölge sıcak. Çatışmalar devam ediyor. Türkiye bu sürece nasıl yaklaşıyor ve önümüzdeki süreçte nasıl pozisyon alacak?

Türkiye, başından beri Yukarı Karabağ ihtilafının uluslararası hukuk, ilgili BM Güvenlik Konseyi ve AGİT kararları temelinde Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü ve uluslararası tanınmış sınırlarının dokunulmazlığını teminat altına alan barışçıl bir çözüme kavuşturulmasını destekledi.

Ancak, AGİT Minsk Grubu Eş-Başkanlarının uhdesinde yürütülen müzakere süreci, çözümsüzlükten fayda sağladığını düşünen Ermenistan nedeniyle bugüne kadar elle tutulur somut bir sonuç vermedi. Ermenistan müzakere sürecini istismar etti. Ermenistan’ın amacının, sonuç odaklı samimi bir müzakere yürütmek değil, çözümsüzlük sayesinde işgalini kalıcı kılmak, statükoyu pekiştirmek olduğu görüldü. Bugün gelinen noktanın müsebbibi Ermenistan’dır. Sahada yeni gerçekler mevcuttur.

Azerbaycan’ın tercih edeceği çözüm, bizim de kabulümüzdür. Azerbaycan’a desteğimiz tamdır. Azerbaycan, kardeşimiz olmasının yanısıra uluslararası hukuk indinde de haklı olan taraftır.

Avrupa ve ABD’den yansıyan açıklamalarda ise genel olarak Türkiye ve Azerbaycan eleştirisi ön planda. Halbuki uluslararası kriterlere göre işgalci konumunda olan ve sivil bölgeleri hedef alan taraf Ermenistan. Fakat ona dair doğrudan bir kınama yapılmıyor. Batı’daki bu yaklaşımı neye bağlıyorsunuz ve nasıl yorumluyorsunuz?

Uluslararası insancıl hukukun ve Cenevre Sözleşmelerinin açık ihlali anlamına gelen Ermenistan’ın saldırılarına karşı Batı kamuoyunun tek taraflı sessizliği gözümüzden kaçmıyor. Ermenistan savaş suçu işlerken, bu ülkenin insanlık dışı saldırılarına sessiz kalmak, suça ortak olmaktır. Batı, ülkelerin toprak bütünlüğü konusunda seçici hareket etmeyi bırakmalıdır. Kırım’ın ilhakının gayrimeşru olduğunu teslim edenler, nasıl olur da Azerbaycan’daki işgale gözlerini kapayabilirler? Bunu yapanların Ukrayna, Gürcistan ve Moldova’nın toprak bütünlüğü konusunda söylediklerinin samimiyeti ve inandırıcılığı tartışılır. Batı kamuoyu bu çifte standardın farkına varmalıdır.

Uluslararası hukuk uyarınca bu topraklar Azerbaycan’ındır. Burada tartışılacak bir husus görmüyoruz. Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne işaret eden BM Güvenlik Konseyi’nin 822, 853, 874, 884 sayılı kararlarına atıf yapmaktan kaçınmak, bu kararların varlığını ortadan kaldırmıyor. Batılı dostlarımıza tavsiyemiz; asılsız Ermeni propagandası yerine, uluslararası hukuku esas alarak Yukarı Karabağ politikalarını belirlemeleridir.

Son yıllarda Türkiye gerek ABD ve Rusya gerekse AB ile hem ilişkilerini sürdürüyor hem de farklı alanlarda bu ülkelerle ciddi şekilde rekabet ve mücadele içinde. Bu hem rekabet hem işbirliği durumu kamuoyu için yeni bir durum. Bunu biraz açıklar mısınız, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin şu andaki dış politika paradigması nedir?

Dış politika anlayışımız çerçevesinde diplomasiyi sıfır toplamlı bir oyun olarak görmüyoruz. Çeşitli aktörlerle muhtelif alanlardaki görüş farklılıklarımızı da bir rekabet unsuru olarak nitelendirmiyoruz. Arzumuz ve hedefimiz, ortak çıkarlar temelinde işbirliği sahasını genişletmek ve bundan bölgemizde barış ve istikrarı tesis etmek için faydalanmak. Bu bağlamda, yeri geldiğinde çift kulvarlı bir anlayışla hareket ediyoruz.

Örneğin, Rusya’yla bir taraftan Suriye, Libya ve Kırım gibi konulardaki görüş farklılıklarımızı samimiyetle dile getirirken, diğer taraftan ikili ticari ilişkilerimizi derinleştirmeye çalışıyoruz. Aynı şekilde, bir yandan Astana Süreci çerçevesinde Suriye’de siyasi çözüm doğrultusunda birlikte çaba gösterir veya İdlib’de sükûnetin muhafaza edilmesi için ortak devriyelerde bulunurken, enerji alanında Türk Akımı ve Akkuyu Nükleer Enerji Santrali gibi büyük projeleri gerçekleştirebiliyoruz.

Esasen, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatları doğrultusunda hayata geçirdiğimiz ve kavramsallaştırdığımız ‘Girişimci ve İnsani Dış Politika’ anlayışı da tam olarak bunu gerektiriyor. Karşı karşıya kaldığımız sınamalar ve riskler çerçevesinde Türkiye, gelişmeleri seyreden, akıntıya kapılıp giden bir ülke değildir. Tüm meselelerde inisiyatif alan ve gelişmeleri şekillendiren bölgesel bir aktördür. Sahada ve masada güçlü bir Türkiye ideali için çalışıyoruz. Güçlünün arkasında değil, mazlumun yanında, tarihin doğru tarafında bir tutum sergiliyoruz. Öngörülü ve manevra kabiliyeti yüksek bir diplomasimiz var. Amaç da belli: bölgemizde sürdürülebilir barış ve kalkınmanın önünde engel olarak duran kimi kronik kimi yeni risk, tehdit ve sınamaları girişimci anlayışla bertaraf ederek, tüm bölgemizin ve tabiatıyla Türkiye’mizin önünü açmak ve yüce milletimizin refah ve esenliğine katkıda bulunmak.

ABD ve AB’yle ilişkilerimiz bağlamında geçmişten gelen güçlü bir müktesebatımız bulunuyor. Ancak, FETÖ ve PYD/YPG/PKK başta olmak üzere terör örgütleriyle mücadele ve ülkemizin meşru güvenlik kaygılarının giderilmesi bağlamında haklı beklentilerimiz bulunuyor. Muhataplarımızın buna kayıtsız kalmasını kabullenmek mümkün değil. Bu tutumumuzu her fırsatta dile getiriyoruz.

Öte yandan ABD’yle 100 milyar dolarlık ticaret hacmi hedefini hayata geçirecek adımlar atmaya hazırız. Keza, AB üyeliğini stratejik bir hedef olarak muhafaza ediyoruz. AB’yle de göç konusundaki 18 Mart mutabakatının ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konularında ortak çıkarlarımız temelinde çalışmaya hazır olduğumuzu defaatle vurguladık.

Muhalefet tarafından yapılan değerlendirmelerde Türkiye’nin dış politikada yalnız kaldığı iddiası dönem dönem dolaşıma sokuluyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin dış politikada bir eksen kayması yaşadığına veya yalnız kaldığımıza dair ithamlar yeni değil. Türkiye ne zaman dış politikada milli çıkarları bağlamında gerekli adımları bağımsız bir şekilde atsa bu ve benzeri görüşler hemen yeniden dolaşıma sokuluyor. Biz bunu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğimiz döneminde İran’a yeni yaptırımlar uygulanmasına hayır oyu verirken de, darbelere karşı çıkarken de, Doğu Akdeniz’de ülkemizin ve KKTC’nin çıkarlarını savunurken de gördük, yaşadık.

Ben bu iddianın sahiplerine şunu sormak istiyorum: dış politikada yalnız kalmış bir ülke nasıl oluyor da üyesi bulunduğu uluslararası örgütlerde bu ölçüde etkin rol oynayabiliyor, Dönem Başkanlıkları üstlenebiliyor, Zirve ve toplantılara ev sahipliği yapabiliyor ve tüm coğrafyalarla ilişkilerini geliştirerek dünyanın en geniş beşinci diplomatik ağını kurabiliyor?

Bu nasıl bir yalnızlıktır ki; 26 ülkeyle yüksek düzeyli stratejik işbirliği süreci kurmuşuz ve merkezinde yer aldığımız coğrafyada barış ve istikrara katkı amacıyla üçlü, dörtlü ve çok taraflı formatta 14 işbirliği sürecini hayata geçirmişiz. Ayrıca “Barış için Arabuluculuk” ve “Medeniyetler İttifakı” gibi girişimlerimiz küresel ölçekte büyük kabul ve takdir görmüş. “Yeniden Asya”, “Dijital Diplomasi” ve “Antalya Diplomasi Forumu” gibi ses getiren yenilikçi projeleri hayata geçirmişiz ve ülkemizi devre dışı bırakmaya çalışan oluşumların yaşama şansı dahi olmamış?

Öte taraftan sadece 2020 içinde çok sayıda farklı örgütte Dönem Başkanlığını üstleniyoruz (Asya Parlamenterler Asamblesi, Akdeniz İçin Birlik Parlamenterler Asamblesi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Forumu, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Güney Doğu Avrupa İşbirliği Süreci, Asya İşbirliği Diyaloğu, D-8). Kıdemli Türk diplomatları bugün BM’den AGİT’e ve UNESCO’ya kadar farklı uluslararası örgütlerde en üst düzey görevlere getiriliyorlar. Son olarak, Büyükelçi Sayın Volkan Bozkır üye ülkelerin ezici çoğunluğunun desteğiyle BM 75. Genel Kurul Başkanı seçildi. Tüm bunlar ülkemize olduğu kadar Türk diplomasisine de duyulan güvenin bir tezahürüdür, “yalnızlık” iddialarına en iyi yanıttır.

Türkiye-İsrail, Türkiye-Mısır ve Türkiye-Suudi Arabistan isimleri yan yana geldiğinde Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerini iyileştirmesi gerektiği yönünde pek çok yayın ve yorum görülüyor. Bu konudaki yorumunuz nedir?

Ortak çıkarlar temelinde tüm bölge ülkeleriyle dostane ilişkiler tesis etmek, dış politikamızın temel hedefleri arasında. İkili ilişkileri bölgenin refahı ve kalkınmasından da ayrı göremeyiz.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, İsrail’le ilişkilerimizi belirleyen temel parametreler arasında, bu ülkenin Filistinli kardeşlerimize karşı tutumu da yer almaktadır. Türkiye’nin, bölgemizde en büyük adaletsizliğin yaşandığı, uluslararası hukukun her gün ayaklar altına alındığı Filistin’deki duruma sessiz kalması söz konusu olamaz. İsrail’in, Türkiye ve bölgedeki tüm ülkelerle sürdürülebilir ilişkiler tesis edebilmesi için, Filistin halkının haklarını gasp etmeye son vermesi ve iki devletli çözüm hedefine zarar veren politikalarından vazgeçmesi gereklidir. Bu sadece ülkemizin değil, tüm uluslararası toplumun beklentisidir. İsrail’in bu yönde atacağı olumlu adımlara aynı şekilde mukabele etmeye hazırız.

Suudi Arabistan’la diyalog kanallarımızı her daim açık tutmaya çalışıyoruz. Ancak kendi topraklarında işlenen bir cinayetin tüm yönleriyle aydınlatılması ve adaletin tecellisi için çaba sarfetmek, bir hukuk devleti olarak Türkiye’nin sorumluluğu. Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Başkonsolosluğu’nda katledilmesi hadisesini bu anlayışla ele aldık.

Keza ülkemizin Mısır devletiyle ve köklü tarihi bağlarımız bulunan Mısır halkıyla bir meselesi yoktur. Siyasi ilişkilerdeki sorunlardan iki ülke halkları arasındaki ilişkilerin olumsuz etkilenmemesi için özellikle çaba göstermekteyiz. Bu ülkelerden, diğer ülkelerle ilişkilerini sadece dar ikili menfaatler üzerinden değil, bölgesel barış, güvenlik ve istikrarı da gözetecek şekilde belirlemelerini bekliyoruz.

Yine bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde de kendisine güçlü ortaklar araması gerektiğini savunanlar var. Avrupa’da bazı ülkelerin diğerlerine göre Türkiye ile işbirliğine daha yakın olduğu görülüyor. Bu fırsatları yeterince değerlendirebiliyor muyuz?

Bir süredir AB üyesi ülkeler arasında Türkiye-AB ilişkilerine ve ülkemizin bölgesinde oynamakta olduğu role yönelik görüş ayrılıkları yaşandığını görüyoruz. Bu görüş ayrılıkları, son dönemde Doğu Akdeniz konusunda, gerek ulusal hak ve çıkarlarımızı gerek KKTC’nin hak ve çıkarlarını korumak yönündeki kararlı politikalarımız özelinde daha da belirginlik kazandı.

Esasen biz bugüne kadar, AB üyesi ülkelerin Türkiye’yle ikili sorunlarını AB’ye ithal etme politikalarının, sadece Türkiye-AB ilişkileri bakımından değil, AB’nin ortak geniş coğrafyamızdaki çıkarları bakımından da yarar getirmeyeceğini hep vurguladık. Bu gerçeğin farkında bulunan AB üyesi ülkeler ve siyasi liderler var. Bunlar, gerginliğin azaltılmasının ve sorunların diyalogla çözülmeye çalışılmasının her iki tarafın çıkarına olacağına inanıyor, Birlik içerisinde de yapıcı rol oynamaya çalışıyorlar. Ancak, karar almak için gereken oydaşma mekanizması ve Birlik dayanışması pek çok konuda karşımıza çıkarılıyor.

Diğer taraftan, AB üyesi ülkelerle ikili ilişkilerimizin, Türkiye-AB ilişkilerinin yerini alması beklenmemeli. İkili ilişkiler AB ile ilişkilerimizden bağımsız olarak kendi dinamiği içinde ilerliyor. Biz maruz kaldığımız tüm olumsuzluklara rağmen, 1999’dan bu yana adaylık süreciyle bağlı bulunduğumuz AB ile ilişkilerimizi, tam üyelik perspektifiyle geliştirmeye yönelik irademizi koruyoruz. İlişkilerimizi, üyelik perspektifimiz korunarak, önkoşulsuz, somut ve olumlu bir gündem temelinde geliştirmeyi istiyoruz.

Türkiye’nin pek çok Avrupa ülkesi ile köklü dostluk ve güçlü işbirliği ilişkileri var. Almanya ve Vişegrad Dörtlüsüyle (Çekya, Macaristan, Polonya ve Slovakya) yakın ilişkilerimiz bu bağlamda güncel örnekler arasında. Bazı konularda görüşlerimiz birebir örtüşmese de yakın temaslara ve bölgesel konulardaki iş birliğine önem atfediyoruz. Örneğin Almanya’nın geçmişte istediği zaman, AB içerisindeki etkinliğini Türkiye-AB ilişkilerini geliştirmek yönünde kullandığında olumlu, somut sonuçlar elde edilebildiğini gördük.

Başta İtalya, İspanya, Portekiz ve Malta olmak üzere, Akdenizlilik kimliğini paylaştığımız, ortak çıkarlarımızın ve tarihi bağlarımızın bulunduğu, NATO’da müttefikimiz olan Güney-Güneybatı Avrupa ülkeleriyle de etkin ve giderek güçlenen bir işbirliğimiz bulunuyor. Keza, Balkanlar’daki AB ülkeleri Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Slovenya ve yine Baltık ülkeleriyle stratejik ilişkilerimiz mevcut. Bu ülkeler, Türkiye’yle diyaloğun Akdeniz’in ve Avrupa’nın istikrarı için arz ettiği önemin farkında ve bilhassa AB içerisinde ülkemiz aleyhine kararlar almaya çalışan ülkeleri dengeleyici bir rol oynuyorlar. Keza, bölgesel ve uluslararası platformlardaki mevcut iş birliğimizi de artırarak sürdürmeyi arzu ediyoruz.

Avrupa ülkeleriyle ilişkilerimizin her alanda daha da ilerletilmesi için ortak çabaya ihtiyaç olduğunu, muhataplarımızın Avrupa’nın bir parçası olan ülkemize yönelik stratejik bir tavır sergilemesi gerektiğini, çeşitli alanlardaki ortak işbirliği mekanizmalarının canlandırılması beklentimizi her vesileyle vurguluyoruz. Tabiatıyla bunun için ilişkilerin ve diyaloğun eşit ve adil temelde yürütülmesi; muhataplarımızın da, seçici bir yaklaşım yerine ortak çıkarları değerlendirmeye istekli olmaları gerekiyor.

KKTC’de seçimler yapıldı. Kazanan isim Türkiye’nin desteklediği Ersin Tatar oldu. Bundan sonra Türkiye – KKTC ilişkileri ve bunun Avrupa’ya yansıması nasıl olur?

KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Kıbrıs Türk halkının demokratik olgunluğunu yansıtan biçimde gerçekleştirildi. Kıbrıs Türk halkı kendi kaderinin hakimi olduğunu bir defa daha ortaya koydu. Bu vesileyle Sayın Ersin Tatar’ı bir kez daha tebrik ediyor, yeni görevinde başarılar diliyorum.
Türkiye–KKTC arasındaki ilişkiler çok özeldir. Seçimlerden bağımsız olarak Türkiye her daim haklı mücadelesinde Kıbrıs Türk halkının yanında yer almıştır. Bundan sonra da KKTC’nin güvenliği, kalkınması ve refahı için gereken desteği sağlayacaktır.

Sayın Tatar’la Başbakanlığı döneminde uyumlu bir çalışma içerisinde olduk. Bu uyumumuzu, Cumhurbaşkanlığı döneminde de dayanışma ve işbirliği içerisinde sürdüreceğimize inanıyoruz. Ada’nın ortak sahibi Kıbrıs Türkü’nün egemen eşitliğinin sağlanması, Doğu Akdeniz’deki meşru hak ve çıkarlarının korunması başta olmak üzere birlikte çalışmaya devam edeceğiz.

Yunanistan ve Fransa dışında ABD’nin de Kıbrıs Rum Kesimi’ne artan bir desteği görünüyor. Hem bunu hem de bu bağlamda Doğu Akdeniz’deki gidişatı nasıl yorumluyorsunuz?

Bazı müttefiklerimizin son dönemde GKRY ile özellikle savunma alanında işbirliklerini güçlendirdiğini görüyoruz. Bir yanda Kıbrıs’ta kapsamlı çözüm için çağrıda bulunurken, diğer yandan Ada’da iki taraf arasındaki dengeyi göz ardı etmek büyük bir çelişkidir.
Rum Yönetimi’ni bu tür adımlarla şımartmak ne Kıbrıs meselesinin çözümüne katkı sağlar ne de Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarın tesis edilmesine hizmet eder. Bu adımlar ancak uzlaşmaz tutumuyla çözümün önündeki engel olan Rum tarafını daha da cesaretlendirir, bizim kararlılığımızı ise daha da artırır.

İsveç Dışişleri Bakanı’na kamuoyunun önünde diplomatik bir dille Türkiye’nin duruşunu hatırlattınız . Farklı siyasilere de benzerlerini daha önce söylemiştiniz. Sizce anlıyorlar mı Türkiye’yi, yoksa nasıl bir motivasyonları var benzeri aktörlerin?

Türk diplomasisi gücünü tarihinden ve geleneklerinden alan haklı bir şöhrete sahip. Asırlara dayanan itibarımızın ve güvenirliğimizin en önemli sermayesi de dürüstlüğümüz ve gerçekçiliğimiz. Muhataplarımıza kapalı kapılar arkasında ne söylüyorsak, kameralar önünde de aynısını söylemekten çekinmiyoruz.

Kimi zaman muhataplarımız, duymak istemediklerini söylediğimizde şaşırabilir veya garipseyebilir. Yanlış ve haksız ifadeler karşısında tepkimizi ortaya koymak ve bunların düzeltilmesini istemek en tabii hakkımız. Kaldı ki 83 milyon vatandaşımız adına düşüncelerimizi ve doğru bildiğimizi açıkça söylemekle mükellefiz. Tarihin doğru tarafında olmaya, haklının ve mazlumun yanında durmaya gayret gösteriyoruz. Açıkçası zaman çoğu kez bizi haklı çıkarıyor. Bunu sadece biz değil, araştırmacılar, tarihçiler ve artık siyaset sahnesinden çekilmiş olan önemli yabancı politikacılar dile getiriyorlar.

Örneğin, gizliliği kaldırılmış yabancı arşivler üzerinde çalışanlar Türkiye’nin diplomatik görüşmelerde doğru bildiğini tüm taraflarla aynı gerçekçilikle paylaştığını teslim ediyorlar. Mesela, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm olmadan GKRY’ye adanın tamamını temsil edermişçesine üyelik kapısını aralamanın ileride AB’nin başına bela olacağı uyarısında bulunmuştuk. Şimdi eski İngiliz ve Alman Dışişleri Bakanları ne kadar haklı olduğumuzu konuşmalarında ve kitaplarında dile getiriyor ve haklılığımızı teslim ediyorlar. O zamanlar Yunanistan’ın şantajına boyun eğenler, bugün Belarus bağlamında GKRY’nin şantajıyla karşı karşıya kaldı.

Aynı şekilde, terörün her türlüsüyle aynı kararlılıkla mücadele etme çağrımıza kulak kabartmayanlar, daha sonra kendileri terörün yıkıcı yüzüyle karşı karşıya geldiler. Biz her zaman her yerde doğruları söylemeye ve haklının yanında durmaya devam edeceğiz.

ABD’nin yaptırımları ve özellikle de doların rezerv para olmasını bir silah olarak kullanmasına karşı dünyada ciddi bir tepki oluşmaya başladı. Türkiye de bu yaptırım politikasından doğrudan ya da dolaylı olarak zarar gören ülkeler arasında yer alıyor. Buna karşı ne yapılabilir? “Dünya beşten büyüktür” diyen Türkiye, bir başka adaletsizlik örneği olan bu yaptırım politikalarının silah olarak kullanılmasına karşı neler yapabilir?

Sizin de ifade ettiğiniz gibi, yaptırımların dış politikadaki kullanımı ve etkinliği üzerinde son dönemde ciddi tartışmalar yapılıyor. Türkiye olarak dar siyasi hesaplar doğrultusunda hayata geçirilen tek taraflı yaptırımlara karşı çıktık. Neticede, dikkatlice düşünülmeden ve hesapsızca uygulanan yaptırımlar sadece hedef ülkeyi olumsuz etkilemiyor. Başta komşular ve bölge ülkeleri olmak üzere, diğerlerine de zarar veriyor. Uluslararası toplumun inandırıcılığına ve caydırıcılığına da sekte vuruyor. Keza, Türkiye, geçmişte Irak’a ve İran’a uygulanan yaptırımlardan en fazla zarar gören ülkeler arasında yer aldı.

ABD’nin son dönemde küresel ekonomideki başat konumundan da istifadeyle yaptırımları dış politikada bir araç olarak kullanmaya başladığını görüyoruz. Zaman zaman yaptırımlara tehditkâr bir dil de eşlik ediyor ki, bunun hiçbir şekilde kabul edilmesi mümkün değil. Uluslararası yaptırımlar Birleşmiş Milletler çerçevesinde ele alınmalı. Tek meşru yöntem bu.

ABD, şimdi de Rusya bağlamında tek taraflı yaptırım kararları alıyor ve bütün dünyanın bu kararlara boyun eğmesini bekliyor. Örneğin, Rusya’dan S-400 sistemleri aldığımız için Kongre’deki bazı çevreler bizi yaptırıma tabi tutmakla tehdit ediyor. Biz bu sistemleri ABD dâhil en yakın müttefiklerimizden tedarik edemediğimiz için Rusya’dan aldık. Bu konudaki haklılığımızı Başkan Trump da teslim etti.

Konu ne olursa olsun ABD’nin özellikle müttefiklerine karşı yaptırım ve tehdit lisanı ile hareket etmesi yanlış. Bu her şeyden önce ABD’nin güvenilirliğinin sorgulanmasına yol açıyor. Bu çerçevede, gerek ABD Kongresi’nden gerek yönetimden, S-400 alımını gerekçe gösterip, Türkiye’ye karşı yaptırım gündemini ilerletmeye çalışmak yerine, yapıcı ve sorumlu bir tutum izlemelerini bekliyoruz. Diplomasi ve diyalog kanallarının her zaman açık tutulmasından ve etkin bir şekilde işletilmesinden yanayız.

Diğer taraftan, Sayın Cumhurbaşkanımızın ‘Dünya Beşten Büyüktür’ şiarında ifade bulan anlayışımız, küresel yönetişim mekanizmalarındaki derin ve artık kemikleşmiş adaletsizlikler karşısında giderek artan reform ve yenilenme ihtiyacına dikkat çekiyor. Küresel ekonomiden siyasete kadar farklı alanlarda İkinci Dünya Savaşı sonrasının malum dengelerini yansıtan yönetişim mekanizmaları, günümüzün çok boyutlu sınamalarına, yeni tehditlere ve evrilen risklere yanıt verebilecek durumda değil.

Macron’un açıklamaları ile başlayan süreci ve Fransa’da yükselen İslam karşıtlığına AB’nin sessiz kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye, Avrupa’da neden hedefte?

Sayın Cumhurbaşkanımız ve onun şahsında Türkiye, esasen uzun zamandır Avrupa’nın, bilhassa Fransa’nın hedefinde yer alıyor. Fransız mevkidaşım Le Drian, geçtiğimiz gün Fransız Büyükelçinin istişareler için çağrılmasına yönelik açıklamasında “Birkaç gündür Türkiye’de Fransa’ya karşı yürütülen nefret dolu ve karalayıcı bir propagandadan” bahsetmişti. Bizim böyle bir kampanyamız olmaz. Ancak, Fransa bu kampanyayı Türkiye’ye karşı yıllardır yürütüyor.

Fransa gibi, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi, milyonlarca Müslüman vatandaşı bulunan bir ülkenin Cumhurbaşkanı “İslam’ın krizde olduğunu”, “Aydınlanmış İslam yaratılması gerektiğini” söyleyebiliyorsa, birinin burada sorun olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bu tür söylemleri bir aşırı sağ partinin başkanının sarfetmesi bizi şaşırtmaz. Ancak, Avrupa’nın önemli bir ülkesinin Cumhurbaşkanı böyle konuşabiliyorsa, burada bir sorun var demektir.

Diğer yandan Fransız makamları, bir süredir İslam’ı sözde kontrol altına almak amacıyla ‘Fransa İslam’ı’ oluşturma çalışmaları içerisinde. Buna meşruiyet zemini sağlamak için de bu söylemlerden faydalanıyorlar. Bir de, “radikal İslam”la mücadele kisvesi altında bazı aşırı önlemler de almaya başladılar.

AB’nin sessiz kalması ise şaşırtıcı olmadı. Her zaman insan hakları ve demokrasi söylemiyle öne çıkan ve diğer ülkelere ders vermeye çalışan AB ve AB ülkeleri yine sınıfta kaldı. Zira ayrımcılık, ırkçılık ve İslam karşıtlığıyla mücadelenin halen ciddiye alınmadığını görüyoruz. Bu esasen Avrupa’da her alanda rastladığımız çifte standardın tezahürü.

Öte yandan, Türkiye uluslararası alanda ayrımcılık, ırkçılık ve İslam karşıtlığıyla mücadelede öncü rol oynuyor. Müslümanların ve mağdurların sesi haline geldi. Bu nedenle de Avrupa’da hedef haline geliyor. Avrupa’da yaşayan yaklaşık 6 milyon insanımızla olan gönül bağımız ve onların haklarına sahip çıkmamız, Avrupa’daki aşırı sağcı kesimleri rahatsız ediyor. Ana akım siyaset ve basın da maalesef bu sağcı ve ırkçı söylemleri oy kazanma kaygısıyla benimseyebiliyor. Ayrıca, bazı Avrupa ülkelerinin göçmenlere yönelik uyum politikasından ziyade asimilasyon hedefiyle yanlış yöne doğru gittikleri görülüyor. Bu tür asimilasyon politikalarına uymayanlar ise dışlanıyor ve ötekileştiriliyor. Bunlar toplumsal huzuru bozan tehlikeli mecralardır.

Avrupa’da İslam ve yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve ırkçılık artık sistematik bir hale geldi. Ege’deki geri itmelerden kıta genelinde Müslümanlara yönelik ayrımcı muamelelere kadar bu eğilimin önümüzdeki yıllarda maalesef şiddetleneceğini, insan haklarının Avrupa bakımından ahlaki ve hukuki bağlayıcılığının zayıflayacağını öngörüyoruz. Avrupa’nın içine düştüğü bu durum sadece vatandaşlarımızı, soydaşlarımızı veya azınlıkları değil, küresel barışı da tehdit ediyor. Tüm bu ihlal ve aykırılıkların hem düzenli ve sürekli kayıt altına alınması hem de yayınlanması gerekiyor. Biz de Dışişleri Bakanlığı olarak münhasıran İslam ve yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve ırkçılık alanlarında elimizdeki verileri her yıl özel raporlar halinde yayınlamaya başlayacağız. Böylece Avrupa’daki uluslararası hukuka aykırı eylemleri objektif biçimde dünya kamuoyuyla paylaşacağız.

Öte yandan, Fransa’daki saldırıları şiddetle kınıyoruz. Terörün farklı türleriyle mücadele eden ve terör nedeniyle vatandaşlarını kaybeden bir ülke olarak Fransız halkıyla terör ve şiddete karşı dayanışma içinde olduğumuzu vurguladık. Hiçbir sebep, bir insanın canına kıyılmasını mazur gösteremez, şiddeti asla meşrulaştıramaz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_imgspot_img

Sıcak Gelişmeler

Benzer Haberler